Buket Arbatlı ile “Erkeklere Her Şey Anlatılmaz” isimli ilk öykü kitabı üzerine keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

T.U. – Öncelikle sizi tanımak isteriz.

Kimdir Buket Arbatlı?

Kimdir Buket Arbatlı diye sorduğumuzda bu sorunun cevabında farklı mesleklerde çalışmış bir kişi ve akabinde kadın kimliğinin farklı rollerinin barındığı bir birey çıkıyor karşımıza. İlk olarak tıp doktoruyum ayrıca kanser uzmanıyım, ama şu anda bir hastanede yöneticilik yapıyorum. Uzun yıllar boyunca ilaç sektöründe çalıştım dönüp baktığımda 20 yılımı bu sektörüne verdiğimi görüyorum. İlaç sektöründe yer aldığım süre boyunca hep onkoloji ilaçlarıyla, hayat kurtaran ilaçlarla ilgili alanda çalıştım. Sektörü bıraktıktan sonra hastane yönetimine geçtim evliyim, 20 yaşında bir oğlum var.

Tıp doktorusunuz bir dönem mesleğinizi yapıp, neden sonra bıraktınız neden yöneticiliğe geçtiniz?

Marmara Tıp Fakültesine isteyerek girmedim, babam tıp fakültesini bırakıp eczacılık bölümünü bitirmiş, babamın içinde bir ukdeydi bu durum ve bende onu kırmamak adına tıp fakültesini kazandım ve okulu bitirdim. Açıkçası hiçbir zaman doktor olmak istemedim, tabii hayatın sunduklarına çokta karşı gelemedim ve sonra doktor oldum. Doktor olmak yetmiyor tabii ki uzman olmamız lazım, doğal olarak sonraki süreçte ihtisas yaptım. O dönemler onkoloji çok bilinen bir alan değildi. İçinde yer aldığım bu alanı sevdim ve beş yıllık ihtisasın ardından iki buçuk yıl Türkiye’nin en yoğun hastanelerinden birinde çalıştım. Tıp fakültesinde İngilizce dil eğitimi almıştım, en üzüldüğüm noktalardan biri şu olmuştu hekimlik yaptığım dönem İngilizce konuşmayı unuttuğumu fark ettim çünkü hiç konuşmuyordum. Tam da bu zamanda bir ilaç firmasından teklif aldım, firma onkoloji ilaçlarını Türkiye’de tanıtacak uzman bir kadro oluşturduğunu ve bu kadro da benim de yer almamı istediklerini belirttiler. Hastaneden istifa ederken ilaç sektöründe birkaç yıl çalışmayı deneyeceğimi söyledim, aradan 20 yıl geçti hala dönemedim. Çalıştığım alanı sevdim ve benimsedim; pazarlamayı, satış tekniklerini, Amerikalılarla, uluslararası firmalarla çalışmayı sevdim çünkü sizi çok yetiştiren organizasyonlar, satıştaki rekabet, pazarlama stratejileri, aslında bütünüyle bir zamanlar içinde yer aldığım sektörde çalışmaktan mutluydum. Fakat bir yerden sonra onun ağır seyahat yükünü kaldıramadım ve daha sonra yerleşik bir iş istediğimi fark ettim, önüme bir fırsat çıktı, değerlendirdim ve artık hastane yöneticiliğinde çalışıyorum. Hastane yöneticiliği pozisyonu çok farklı alanlarında gelişim olanağı sağlıyor. İnsanların hayatlarına dokunuyorsunuz, bazen çok mutlu bazen çok hüzünlü bir aşamada dahil oluyorsunuz. İnsanlar buraya keyif için, gezmek, eğlenmek için gelmiyor. Hep dertleri var, empati kurmak gerekiyor. Kolay bir işin içerisinde bulunmuyoruz ama zevkli bir iş yaklaşık üç yıldır hastane yönetiminde çalışıyorum ve mutlu olduğumu söyleyebilirim.

Yazma serüveniniz ilk ve ne zaman başladı?

Yazmaya çocukken başladım, şöyle ki ben küçükken günlükler tutardım, masallar, metinler yazardım. Ortaokulda okurken edebiyat öğretmenimiz Mustafa Karaca’nın, bizlere çok büyük katkıları oldu, yazmanının okumanın zevkini öğretti bize. Hiç unutmuyorum şöyle bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum; Abdülhak Hamit Tarhan’ın bir şiiri için bizi mezarlığa götürmüştü, o duyguyu hissedebilelim, özümseyelim diye. Şimdi daha iyi anlıyorum bu ziyaretin önemini ve bize neler kattığını. Üniversite yıllarımda tekrar yazmaya başladım ama ne yazık ki ilaç sektörüne geçtikten sonra iş yoğunluğu sebebiyle yazmayı bıraktım. 2010 yılında iş hayatımda bir ara oldu, bu süreç içerisinde bana kalan zamanı değerlendirmek istedim ve yeniden yazmaya karar verdim. Yazma eylemime destek olması adına yazarlık atölyesine gitmeye başladım, böylece yavaş yavaş yazmaya devam ettim ve gördüğünüz gibi bir kitabın hazır olması, piyasaya çıkması 10 yılı buldu. İlaç sektöründe çalıştığım için çok fazla seyahat ediyordum, Amerika’ya giderken uçakta yazı yazdığımı biliyorum. Bulduğum, yarattığım her zamanda yazdım, demek ki yazılmaya değer olaylar, kişiler, yaşanmışlıklar vardı. Sonunda toparladık ve bir kitap oldu.

Öykülerinizde zamanlama olarak “ikindi üstü” gibi bir tanımlamayı kullanmışsınız, bu zamanlamanın realde sizin için bir anlamı var mı?

Öncelikle şunu belirtmeliyim; size ait olduğunu hissettiğiniz anlar vardır, benim içinde “ikindi üstü” öyle bir anlam içeriyor. Bu soruyu yöneltmeniz benim için önemli. Evet, benim için gerçekte bir anlamı var, günışığı saat 19.00- 20.00 gibi, özellikle yaz mevsiminde, gümüşi bir renk alır. Boğaz köprüsünden her geçtiğimde ışığın o tonu dikkatimi çeker, beni büyüler ve gerçeküstü bir zamandaymışım hissi uyandırır. O anı tarif etmem gerekirse şöyle anlatabilirim; gün ne kararmıştır ne de ikindinin hala sıcaklığı vardır, ışığın tonu da sarının gümüşe döndüğü renktir. Aslında “ikindi üstü” kavramı bana ait, bilinenlerin dışında, farklı. Kitabımı yazarken belki de çoğu yazarın yaptığı gibi önceliğim bana ait olanların bir parçasının yer almasıydı. Örnek vermek gerekirse; Erkeklere her şey anlatılmaz; öyküsünde yaya karakteri var. – yaya ermeni dilinde büyükanne demektir- Yaya karakteri Türk kahvesi içerken üzerine kaymak koyarak içiyor. Editörüm, “kahve üzerine konulan köpük olmasın” dedi. Hayır, dedim, bu gerçekten bildiğimiz kaymak. Bundan bahsetmemin sebebi karakterin bu özelliğini, eşimin babaannesinden esinlenerek yazdım. Sevgili eşimin babaannesi Türk kahvesini böyle içermiş, çok ilginç gelmişti, bu yüzden kitabımda yer alsın istedim. Kitapta, kendime has farkındalıklar olsun istiyorum bu da onlardan biri.

Kitabınızda kadın erkek ilişkilerini, kadının toplum içerisinde yargılanışını ve kadının kendi iç dünyasının topluma yansımalarını görüyoruz. Bu kitabı yazarken edinilmiş tecrübelerinizden ve gözlemlerinizden bahseder misiniz?

Bir kadın olarak kadınları yazmak kolay, erkek karakterleri yazarken biraz daha zorlanıyorsunuz. Kadın karakterleri yazarken kendi biriktirdikleriniz de var. Şöyle bir şansım oldu, çok kalabalık bir ailede büyüdüm, 80-90 yaşına kadar yaşayan büyükannelerin olduğu bir topluluk ve bunların hepsi de anlatmayı çok seven kişilerdi. Bize genelde çocukluklarından, başlarına gelenlerden, yaşadıklarından bahsederlerdi. Onları dinlemenin en güzel tarafı içinde bulunmadığınız zamana şahitmişsiniz hissi oluşturmasıydı. Sanırım en önemli ve belirgin özelliklerim her şeyi çok merak etmem ve iyi bir dinleyici olmam. Mesela komşularım kimler, nasıl yaşar, ne yaparlar, etrafımızda kimler var merak ederim. Kitabımda ağırlık olarak kadına, kadının toplum içerisindeki yerine yer verdim, bununla ilgili şunu açıkça söyleyebilirim; kadın sorunları benim için öncelikli, o yüzden bu kitap daha kadına yönelik oldu. Şu an ikinci kitabımın hazırlık aşamasındayım, bunda daha az kadına yönelik hikaye yer alacak. Yaşlılık, din, yalnızlaşma, daha güncel ve siyasi olaylara yer vereceğim. Tabii kadın sorunları her daim ilgimi çekmiştir, feminist hareket adlı bir dergide yazarlık yaptım, çok kıymetli bir kadın dergisi vardı Pazartesi diye onu takip etmekten de çok onur duymuştum. Kadınlar erkek egemen bir toplumda var olma savaşı veriyor bu açıdan baktığımızda kadın sorunlarını tek bir noktaya bağlayamıyorum. Yine de bizim neslimizin daha şanslı olduğunu düşünüyorum, eski nesillere göre. Bu sebeple anlatılmaya değer gördüğüm her şeyi yazmaya çalıştım. Mesela “Aile Sofrası” öyküsünde orta sınıf bir ailenin bir kadını bazen nasıl yok saydığını, nasıl görmezlikten geldiğini anlatmaya çalıştım. Dünya geneline kıyasladığımızda en gelişmiş saydığımız toplumlarda bile kadın bir noktada kaybediyor. Mesele en gelişkin toplumlardan olan İskandinav ülkelerinde, -işim gereği çok temas halindeydim- bile her daim kadının kaybettiği bir nokta vardır. Çok ünlü bir CEO’nun yazısını okumuştum şöyle yazıyordu; “Erkeklerin puro içme partileri nedeniyle ben işimde ilerleyemedim”. Ne olduğunu merak etmiştim araştırmam sonucu şunu öğrendim. Erkeklerin puro içme kültürü var bir araya geliyorlar, kadınlar dışında kalıyor ki toplanıldığı zaman şirketlerle ilgili çok kritik konular konuşuluyor, kararlar alınıyor ve biz bunların dışında kalıyoruz. Yaşanan bu olayda görüyoruz ki bu ayrımcı tavır dünyanın her yerinde var. Benim öykü yazmaktaki amacım şahit olduğum, yaşadığım, merak ettiğim, öğrendiğim, bildiğim, farkında olduğum her şeyi yazmak veya yazmaya çalışmak. Öykü yazdığımda en temel isteğim okuyucuya duygu aktarabilmek, farkındalık yaratabilmek ve evet bu çok önemli diye bir his bir düşünce oluşturabilmek.

Öykülerinizde kişi, mekan ve zaman kavramlarını çok güzel betimlemişsiniz. Gerçek yaşantınızda gözlemleme yeteneğinizin oldukça güçlü olduğunu kitapta yer alan her öyküde hissedebiliyoruz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

En sevdiğiniz yazar ve kitap hangisidir?

En son sorudan başlayarak cevaplamak istiyorum. En sevdiğim kitap ve yazar vardır diyemem bu çok büyük bir yelpaze ve her okuduğunuzda değişebiliyor. Şu an Yüz Kitap yayınevinden çıkma öykü kitabı; Nevada’yı okuyorum, o kadar etkileyici, çok sarstı beni, inanılmaz başarılı buldum anlattığı öyküleri. Öykü yazarken; gözlem yapmadan, detayın farkına varmadan karakter yaratılabileceğine inanmıyorum. Bu özellikleri taşımıyorsanız karakter yaratmazsınız ya da inandırıcı olmuyor. Öykünüze küçük bir ayrıntı koyuyorsunuz bir anda karakteri gerçek hale sokuyor. Ne kadar çok gözlem yaparsanız gerçekliğe o kadar yakınlaşırsınız. Bazen dışarda bir mekanda oturduğumda, insanları izlerim, nasıl yürüyorlar, ne giyiyorlar, nasıl konuşuyorlar, detaylar her zaman dikkatimi çekmiştir. Diyelim ki bir mekana girdim küçük bir ayrıntı kimsenin fark etmediği bir şey hemen benim dikkatimi çeker, ilginç bir karakter, birinin saçını kaldırışı ya da kalemin ucunu nasıl kemirdiği… Örneklemem gerekirse; geçenlerde bir restoranda yemek yerken; yan masada oturan bir kişinin yemek yeme tarzı ilgimi çekti. Masada bir adam ve yanında köpeği vardı, adam köpeğiyle o kadar bütünleşmişti ki onun gibi yemek yiyordu, hareketleri çok beziyordu. Birlikte oturduğum arkadaşlarıma sordum, dikkatinizi çekti mi diye ama kimse fark etmemişti. Bu olayı anlatmamın sebebi yukarıda da bahsettiğim gibi birçok kişinin ilgisini dikkatini çekmeyecek bir konunun bütün ayrıntılarını fark edebiliyorum. Öykülerime yansıtabildiysem ne mutlu bana.

“Yalnızlık Öldürür” adlı kısa öykünüzde şöyle bir cümle geçiyor. “Bir insana takılıp kalıyor, onu ve kendimizi boğuyoruz”. Bu cümle ilişkilerimizin en genel özeti aslında, bir kadın olarak ilişkilerde kadının rolün nasıl görüyorsunuz?

Umarım bu cümlem kadınları rahatsız etmez ama “kadınlar her daim boğuyor” diyebilirim, bu öz eleştiriyi kendime de yapıyorum. Erkekler daha kendisiyle barışık ve kendisinden memnun, onların bu halini beğeniyorum, özeniyorum da. Erkeklerin düşünme sistematiği kadınlardan ayrı tabii. Biz bir ilişkiye başladığımız zaman muazzam bir sahiplenme duygusuna kapılıyoruz. Tabii bu salt bizim için geçerli bir durum değil; erkeklerde de yoğun bir biçimde görülüyor hepimiz şahit oluyoruz ayrılmak isteyen kadınların erkekler tarafından katledilmelerine. İlişkinin sonlandırılmasını kabullenememe, kadının kendisine ait olduğunu düşünmesi, psikolojik ve fiziksel şiddet uygulanması bundan daha büyük ve sorunlu bir sahiplenme mantığı yok. Açıkçası ilişkiler üzerine şunu söyleyebilirim kabullenici olmak gerekiyor. Vazgeçmeyi bilmek yeni bir yola girmek, yeni bir başlangıç yapmak; hayatın geri kalan her anında daha mutlu olmak…

Son olarak eklemek istedikleriniz?

Bu röportajı yapmaktan çok mutlu oldum öncelikle bunu belirtmek isterim ve çok teşekkür ederim. Tıbbın Ustaları dergisiyle ilgili şunları söylemek istiyorum. Birincisi benim çok uzun yıllar içinde bulunduğum ve sevdiğim bir alana hizmet ediyorsunuz, bu bakımdan teklifiniz beni çok mutlu etti. Tıbbın Ustaları dergisi aracılığıyla meslektaşlarıma ulaşmak beni çok mutlu eder. İkinci olarak değinmek istediğim nokta; halkımızın okuma eylemi üzerine olacak. Türk halkı okumuyor diye şikayet ediliyor, okuyor aslında, okumadıklarını düşünmüyorum ki çevremde şahit olduğum çok insan var. Ama çoğunluk nitelikli okumadan korkuyor; asistanlarımdan biri geçen gün, okumayı hiç sevmiyorum, dedi. Tabii bunu duymak üzücü ama eminim ki okumanın büyülü dünyasını keşfettiğinde onun için vazgeçilmez olacak. Hiç tanımadığınız dünyalara bir kapı açıyorsunuz, görmediğiniz şehirler, hiç tatmadığınız yemekler, farklı kimlikte kişiler, duygu yoğunlukları, çaresizlikler yani kısaca okumak sizi şu andan alarak başka bir zaman başka bir dünyaya götürür.

Liv Hospital Medikal Direktörü

Buket Arbatlı

Önceki

İSPANYOL GRİBİNDEN COVID-19 PANDEMİSİNE

Sonraki

İçişleri Bakanlığı 81 İl Valiliğine ‘İzolasyon Tedbirleri’ Konulu Genelge Gönderdi

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Öne Çıkanlar