Kendi Gerçekliğine Doğru

Kendi

Ebru Çınar

Kırmızı Farkındalık ve Dönüşüm Atölyesi

@kirmizifarkindalik

Merhaba,

Pek azınız beni tanır, pek çoğunuz tanımaz. Biyoloji okuduktan sonra 1994 yılında ilaç sektöründe satış bölümünde işe başladım. Dile kolay 27 yıl önce ama bir yandan da uzayan insan ömrü ve ötesinde koskoca gezegenin varoluş serüveninde küçücük bir zaman. 

O zamandan bu zamana her alanda inanılmaz değişmeler, gelişmeler oldu. Bazısı iyiydi bazısı kötü.

Mesela o yıllarda Sanat güneşimiz Zeki Müren hayattaydı. Kendisini zorla televizyona çıkartacağız diye baskı yapıp durmuyorduk henüz.  Tarkan yeni yeni meşhur oluyordu ve ismini azıcık insan biliyordu. Bana şu yıllarda en inanılmaz gelense internet diye bir gerçek hayatımızda yoktu, bilgisayarla yeni yeni hemhal oluyorduk. İlk CV’me fax, telex kullanabilir olduğumu yazmış olduğumu gülümseyerek hatırlıyorum 🙂

Hastalıkların tanı ve tedavilerinde ise o yıllardan bugüne devrim yaşandı desek sanırım hiç yanlış olmaz. Çalışma hayatımın çoğunu Onkoloji ve Hematoloji ilaçlarından sorumlu olarak geçirdiğim için bazı gerçekler hafızamda çok yakın. Mesela metastatik kolon kanserinde, metastatik malign melanoma da destekleyici tedaviler ile tedavi verildiğini hatırlıyorum. 

Nereden nereye… Bu değişimin olmasında şüphesiz hem tanıda hem de tedavide gelişmelerin olduğu bir gerçek.

Peki insan ömrü o yıllardan bu yıllara dek ne kadar uzadı acaba? Bakarken bir araştırma gözüme ilişti.

Institue of Health Metrics and Evoluotion (IHME) verilerine göre küresel çapta yaşam süreleri 1990’a göre ortalamada tam 7 yıl artmış. Bu müthiş bir sayı. En yüksek yaşam süreleri Japonya ve Singapur’da (84 yıl) olmasına rağmen uzun yaşam süresi olan ilk 20 ülkenin 14’ü Avrupa’da. Yaşam süresi en düşük ülkeler ise tahmin edeceğiniz gibi maalesef ki Orta Afrika ülkeleri.  Bu konuda dikkatimi çeken bir veriyi daha paylaşayım. 198 ülkenin 195’inde kadınlar erkeklerden ortalama 6 yıl daha uzun yaşıyor. Rusya, Litvanya ve Belarus çok cezbedici yerler olsa da bence erkekler oraya gitmesin, çünkü kadınlar erkeklerden yaklaşık 11 yıl daha uzun yaşıyor. Benden söylemesi 🙂

Gelelim işin farklı bir boyutuna. Yaşam uzuyor ne güzel. Sağlıklı yaşamak için de her gün reçeteler açıklanıyor, yememiz ve de yemememiz gereken yiyeceklerin sıralaması yapılıyor. Çok faydalı ve çok bilgilendirici.

Artık uzun ve bedenen sağlıklı yaşamak için çok veriye sahibiz. Beslenme, uyku düzeni, egzersiz programları bize uzun bir ömür için gerekli verileri sunuyor. Kimi zaman bu reçetelere uyuyor kimi zaman atlıyoruz ama her gün bu bilgiler bize aktarılıyor ve yeni bir şeyler öğreniyoruz. Herkes uzun yaşamak istiyor ama gelgelelim toplumda büyük çoğunluk genelde mutsuz. Eskiye göre daha uzun bir yaşam ama daha büyük mutsuzluk. Oysa amaçlananın sadece uzun yaşamak değil aynı zamanda mutlu ve kaliteli bir yaşam olması gerekmiyor mu?

 O zaman mutluluk ne? Yaşam amacımız ne? Niye varız?

Yıllardır yapılan ve hep yapılacak olan yanlış ise  haz-mutluluk ilişkisini karıştırmak olarak karşımıza çıkıyor.’ Haz’ deyince öncelikle benim de fikirlerinin hayranı olduğum Halil Cibran’a kulak vermek isterim.

‘Haz bir özgürlük şarkısıdır, ama özgürlük değil. Arzularınızın çiçeklenişidir, ama meyvesi değildir. Bir doruğa seslenen derinliktir, ama ne derin ne de yüksek. Kafese kapatılanların kanatlanışıdır ama kuşatılan uzam değildir. Eh, hakikatin ta kendisi şu ki haz bir özgürlük şarkısıdır. Bu şarkıyı olgun bir yürekle söylemenizi isterim; ama şarkıyı söylerken yüreklerinizi yitirmenizi değil.’

Güzel bir yemek yemenin, harika bir hediye almanın, son model bir araba kullanmanın tabii ki mutlulukla bir ilgisi var. Bunların hepsi serotonin kaynakları. Ancak bütün bu haz nesneleri ancak kısa süreli mutluluk hali oluşturabiliyorlar. Yoksunlukları durumunda ise ‘mutsuzluğa’ direk geçiş yapmış oluyoruz. 

Öyle ya, bu dünyada her şey zıddı ile var. Dualite içerisindeki gezegenimizde  mutluluk-mutsuzluk, aydınlık- karanlık, sıcak, soğuk olarak anlam kazanmıyor mu?

O zaman bu uzayan, sağlıklı yaşamımızda tüm bu hazlardan olsun ama Halil Cibran’ın dediği gibi tüm yaşantımızı da o hazların peşinde feda etmeden, yüreklerimizi ve özgürlüklerimizi yitirmeden.

Abraham Maslow ise; mutluluk piramidi de denilen ihtiyaçlar hiyerarşisinde, en yüce durumun ‘Kendini gerçekleştirme’ olduğunu söylüyor. Kendini bilme ve onu gerçekleştirme. Bu tam bir ‘tatmin’ duygusu.  Hazları gerçekleştirmiş, sevilen, seven ve etrafındaki toplum tarafından takdir görmüş bir insanın ulaşabileceği en yüce durum. 

Ulaşılması için tüm bu önceki tatminler gerekli ancak sadece takdir görme ve saygı oluşturma safhasında kalınırsa insan bu dünyada bir eksik kalıyor ve tüm o uzamış yaşamı boyunca da o eksik olan parçayı arıyor. Eksik kalıyor. Hem de fakında bile olmadan. Muazzam!

Bu tam tatmin duygusunun oluşabilmesi için öncelikle gerekli olan ise ‘Farkındalık’. Olup bitenin ve asıl zor olarak da kendinin, özünün farkında olma hali.

İlk soru ’Bu hayatta aslında ben neyim? Gerçekte, özümde neyim?’ 

Çok çetin ama ‘kendini gerçekleştirme ve tatmin olma halinin, gerçek mutluluk kavramlarıyla tanışabilmek için cesaretle sorulması gereken bir soru. 

Soruyu sormak çok kolay değil biliyorum, daha zoru cevap vermek, daha da zoru doğru cevap vermek. Yansız, yargısız…

Çoğu zaman ise hiç soramıyoruz, yok farz ediyoruz çünkü kendimize vereceğimiz cevaptan korkuyoruz. Belki de bu cevabın görkemliliği karşısında hazır olamamaktan ya da geç kalmaktan.

Genelde yapılan yanlış ise verdiğimiz cevabın aslında bizim cevabımız olmadığı, çocukluktan beri bize öğretilenler olduğu gerçeği.  Bazen egomuz. Bazen toplumun takdir duygusuna takılan zihnimiz. Bazen konuşan ise biz değiliz. Biz değil ebeveynlerimiz konuşuyor hatta bizim dilimizden dökülen kelimelerle. Bazen ise olduğumuz her şeyden kaçıp kurtulma isteğiyle yanlış cevaplara da tutunabiliyoruz.

Oysa fiziksel acıdan farklı olan varoluşsal kaygıları tam olarak yenmenin, gerçek tatmin duygusuyla bu güzel ömrümüzü gerçek mutlulukla yaşamanın tek yolu aslında ‘kendi gerçeğimizi bilmek’tir. 

Bu biliş hali ise tek başına zihinle, düşünerek verilecek bir cevabı içermez. Zihnin içine ön yargılar girer, ego girer, kalıplar girer, kendini kayırma ya da kendine kızma girer. Girer de girer:)

Peki ne yapmamız gerekiyor. Öncelikle düşüncelere, duygulara kapılıp gitmeden ama onları da yok farz etmeden onlara tutunmama haline kavuşmak. Yapılması gereken ‘Gerçek Ben’e ulaşabilmek için berrak bir zihin ve kalbin isteğine odaklanmak. Zihin ve kalp ikilisi birlikte bu biricik yaşantımızın özünü bize aktarabilir.

Kalbin ne dediğini anlayabilmek için; zihni devreden çıkartmadan sadece gözlemci olabilmesini sağlamak gerekiyor.

Olabilir mi? Tabii ki evet.

Kolay mı? Ne kolaydı ki?

Bu durum öncelikle ‘Meditasyon’ ile mümkün. Meditasyonun işlevi elbette sadece bu değil. Ancak tek başına bu bile, doğru ve bilinçli meditasyon tekniklerini denemek için yeterli sanırım.

Meditasyon doğru uygulanırsa hediye, diğer türlü sıkıcı bir durum olabiliyor. Eğlenceli bir hale getirmek de mümkün. İsterseniz başka bir zamanda bu konudan bahsedelim.

Herkese farkındalıklarla dolu, keyifli, harika günler diliyorum.

Sevgiyle,

Önceki

Sağlık Sektörüne Yönelik Siber Saldırılar Dünyanın Dört Bir Yanında Hala Devam Ediyor

Sonraki

Pierre Fabre Türkiye’ye “Yılın Sağlık Sektörüne Katkı” Ödülü

Öne Çıkanlar