8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününe Özel!

 8 Mart Dünya Emekçiler Günü adına bize neler söylemek istersiniz?

Emek, değer katmak kutlanmayı hak ediyor. Birleşmiş Milletler, 1977’de 8 Mart’ı uluslararası bir gün olarak belirlemiş. Türkiye’de de 1984’ten sonra giderek daha çok sahiplenilen kutlanan bir gün olmaya devam ediyor. Hikayesinde yöneten yönetilen ilişkisi, mücadele, yas, kutlama, başkaldırı, başarı var. Yasaklandığı dönemler, ülkeler olmuş. İnsan hakkı temelinde dünyanın farklı yerlerinde yaşayan, farklı kadınların siyasi, ekonomik, sosyal mücadelelerini katkılarını sembolize ediyor. Yeryüzünün ilk kadın doktoru, Elizabeth Blackwell’in 12 ayrı tıp okulunca kabul edilmeyişinin ardından birincilikle New York’taki tıp okullarından birini bitirmesinin üzerinden sadece 170 yıl geçmiş. 20. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı’da “kadından hekim olur mu” tartışması olmayacağına karar verilerek sonuçlanmış. İlk kadın doktorumuz Safiye Ali, 1921’de Almanya’da bir tıp fakültesini bitirmiş. Seçme ve seçilme hakkının kabulü 1934 yılında gerçekleşmiş. Bugüne kadar dünyada ve ülkemizde kadınların varoluşunu güçlendiren mücadelelere canıyla, emeğiyle güç veren pek çok kadın var. Çok şanslıyız ki ilham verici başarılı kadın rol modellerin bedel ödeyerek açtığı yolda daha rahat yürüyebiliyoruz. Kendimizi, potansiyelimizi gerçekleştirmek üzere çabalayabiliyoruz. Tüm bu çabaların değerlerini biliyor ve emeği geçenleri saygıyla, şükranla ve minnetle anıyorum.

Çalışan kadınlar olarak sadece ülkemizde değil tüm dünya genelinde maruz kaldığımız baskı ve sorunlar ile mücadele tarzınız nasıl oluştu ve gelişti?

Siz de benim gibi erkek egemen dünyada yaşadığınızı, en gelişmiş ülkelerde başarılı kadınlar için bile cam tavanlar olduğunu bilerek büyüdünüz değil mi? Yönetici pozisyonların, karar mekanizmalarının, paranın, gücün çoğu erkeklerin elindeydi. Toplumsal cinsiyet rolleri olumsuz yargılarla doluydu ve hiç de bizim lehimize değildi. Bunlar, dünyayı bizim açımızdan  güvenli bir yer yapmıyordu. Aksine, kendimizi gerçekleştirme yolunda geriden başlayan, hatta dezavantajlı konuma sokuyordu. Kadın kimliği, özel önlemler almasak, savunma mekanizmaları geliştirmesek öğrenilmiş çaresizlik ya da kurban psikolojisi ile kolayca özdeşleşebilirdi. Sanırım sezgisel olarak baştan beri neyin içine doğduğumun farkındaydım. Şanslıydım. Ailem beni sevdi ve destekledi. Kendim olmam ve kendimi gerçekleştirmem için olanaklar sundu. Ben de sorumluluk aldım, bahane aramadım. Kadın olmaktan kaynaklanan yergiye de övgüye de mesafeli kaldım. Evet sorunlar vardı, sorunda da fırsatlar vardı, onlara odaklandım.

Yaşam boyu öğrenci olmayı, empati yapabilmeyi seçtim. Cinsiyet bazlı söylemleri, yaklaşımları belki bu yüzden desteklemiyorum, hatta sevmiyorum. Kadın ve erkeği ayrı ayrı ele almak daha iyi uyumlanmalarına yardım etmek ve daha iyi anlamak için farkındalık yaratıyorsa yapıcı oluyor sanki. Yoksa toplumun diğer yarısını ötekileştirmek, farklılıkları sorun gibi görmek kimsenin ruhuna iyi gelmiyor bence. Hepimiz kendimizi bilmeye, öğrenmeye, gerçekleştirmeye çalışmıyor muyuz? Göz rengimiz gibi, cinsiyetimizi de seçemiyoruz. Toplum tek kanatla uçamıyor. Bir yerde şöyle bir tanım gördüm: “Mutluluk, nerede olduğunu bilmek ve orada durmaktır”, diyordu. Çok hoşuma gitti. Kadınsanız, sizi nelerin beklediğine kayıtsız kalmazsınız, o yerde durmak için de elinizden gelenin en iyisini yaparsınız herkes gibi.  

 Acil servis doktoru olarak görev alıyorsunuz zorlukları neler, sizde yarattığı değişim nasıl oldu?

Genç yaşta doktor olmak insanı hızlı büyümek zorunda bırakan bir sorumluluk. Yaşam, ölüm, anlam sorgulamalarına yaşıtlarımıza göre, görece daha erken girmiş buluyoruz kendimizi. Acil Tıp ihtisası yapmak bilinçli bir tercihti. O dönemde 90’larda Türkiye’de yeni başlayan bir uzmanlık dalıydı. Tüm tercihler gibi avantajları ve dezavantajları vardı. Tıp Fakültesi son sınıf acil stajını yaparken “işte bunu yapmak istiyorum” diye hissettim ve bu hissin, sezgimin peşinden gittim. Daha az yürünmüş bir yolda yürümüş oldum. Sonra İzmir’den İstanbul’a geldim. Bu yıl meslekteki 25. yılımı doldurdum. Acil serviste hayatı tehdit eden sorunlara öncelik vererek sorunları düşünme ve onları araştırma bakış açısı kazanıyorsunuz. Kritik sorunları hızlı saptama ve çözme üzerine bir yaklaşım. Acil servisler, 7/24 randevusuz sağlık sistemine giriş imkanı sağlayan yerler. Pandemi, afet gibi durumlarda afet departmanına dönüşüyorlar. Tıbbın bu kısmında yer almak, kritik düşünme, takım oyuncusu olma, multidisipliner iş çıkarma, iletişim becerileri, kriz-kaynak yönetimi konusunda gelişmek zorunda bıraktı beni. Yeni doğan bir bebekten, 80 yaşındaki bir hastaya, tüm yaş gruplarına, travmadan, inmeye, kalp krizine kadar hastayı bütüncül olarak ele alan yakınma bazlı bir rol üstleniyoruz. Acil servis, aynı zamanda tıp eğitiminde çeşitlilik ve öğrenme ortamı sağlama açısından da çok özellikli bir yer.

Pandemi sürecinde çalışmak sizi nasıl etkiledi?

Bütün bunlar olurken oradaydık ve elimizden geleni üzerimize düşeni yapmak için uğraş veriyorduk. Ülke olarak deprem, sel gibi afetleri tanıyoruz. Tıbbi bakış açısında afet tıbbi, acil tıp uzmanlığı içinde ele alınıyor. Biyovent yani biyolojik bir etkenin; virüsün yol açtığı böylesine bir salgın ülkemiz ve Acil Tıp Uzmanları için tanıdık değildi. Biliyorsunuz SARS ya da Ebola deneyimi olan bir ülke değildik.

Kısa süre içinde çok sayıda, ülke sağlık sistemini çökertebilecek yoğunlukta hasta bakmak zorunda kalma olasılığı yanında, hastalığın sağlık ekibine bulaşma riski de endişe vericiydi. Kötü ve daha kötü senaryoların da olduğu belirsizlikle yüzleştik. İtalya ve İspanya’da yaşanan güçlükler, kapasitemizi aşacak başvuru potansiyeli zorlayıcı olsa da şanslıydık. Görece diğer ülkelerin deneyimlerini izlemek, yazdıklarını okumak, genel geçer ilkelere dayalı hazırlıkları kısmen de olsa yapabilmek için zamanımız oldu. Saldırı altındayken tekerleği yeniden keşfetmek zorunda kalmadık diyebilirim. Kapasite aşımı olmadan sistem ilk dalgayı göğüsleyebildi. Umarım bu kazanımları koruyabilecek ulusal bir tutum sergilemeye devam edebiliriz. Zira bu konu belki de yıllarca gündemimizde kalacağa benziyor.

Korona virüs salgınında görev alıyor olmak aile yaşantınızı ve özellikle de sizin yaşama bakış açınızı nasıl değiştirdi.

Bu soruyu yanıtlarken sondan, bakış açımda değişenlerden başlamak istiyorum. Salgın sürecinde bir yandan kendimi değişen hislerimi, düşüncelerimi, bir yandan da yakın çevremi ve dünyada olup bitenleri gözlüyordum. Otomatikleşmiş yaşamlarımızı sürerken, artık tüm yanıtları neredeyse bildiğimizi düşünüp soru sormayı azaltmışken, kendimizi hiç de kırılgan bulmazken insanlık olarak bilmediğimiz bir durumla yüzleşmek zorunda kaldık ve sarsıldık diye düşünüyorum. Bir bütünün parçası olmakla, birey olmak; güvende olmakla, tehlikede olmak; çabalamakla, teslim olmak arasında gidip gelen varoluşumuz virüsle çarpıştı.

Kutuplaşmalar, ayrışmalar, sosyoekonomik farklılıklar görebilenler için anlamsızlaştı. Dünya bir süreliğine bir şekilde eşitlendi sanki. Ezberler bozuldu. Hayatın anlamlardan ibaret olduğunu, sıkı sıkıya tutunduğumuz bu anlamların değişmez olmadığını düşündürdü bana yaşananlar. İnsan olarak vazgeçilmez, türler arasında diğerlerinden daha değerli olduğumuz yanılsaması, herkes eve çekilince iyileşen, onarılan dünya, güzelleşen çevreyle yüzümüze çarpıldı. Olmaz denenler oldu. Başa çıktığımızı, kontrol ettiğimizi sandığımız belirsizlikler ‘hayır, hep varız, buradayız, buradaydık’ dediler.

Böyle büyük ölçekli, eşzamanlı tüm dünyayı ilgilendiren açık bir tehdidi günümüzde deneyimlememiştik.

Psikolojide Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi vardır ya, temel ihtiyaçları karşılamakla ilgili tehditler çıktı karşımıza. Nefes alabilmek, maskelerin arkasına hapsoldu. Tedarik zinciri, çok da duyduğumuz, üzerinde düşündüğümüz bir şey değildi. Marketlerde reyonlara hücumlar, sadece yiyecekler, temizlik malzemeleri değil, tuvalet kağıdının öne çıkışı haber oldu. Limon kolonyası adetimiz geri geldi. Sağlığa ulaşım, seyahatle ilgili güvensizlikler, kısıtlamalar hayatımıza girdi. Yaşam durdu, okullar, işyerleri kapandı. Eğitim, online oldu. Ekonomik sonuçlar tüm dünyayı korkuttu. Daha çok satmak için globalleşen dünyanın eli kolu bağlandı. Zoom’un piyasa değeri, beş altı havayolu şirketinin toplam değerini solladı. Sarılamaz, dokunamaz, hatta el sıkışamaz olduk. Sağlık sistemlerinin, pandemiye yanıtı karşılaştırılan ülkeler arasında kimilerince yeni kazananlar ve kaybedenler ilan edildi. Kriz yönetimi, liderlik, sağlık kurumları yeniden sorgulandı. Bugün vaka sayısı on milyonu aştı, ölüm sayısı yarım milyona yaklaştı.

 Gerçekten hiçbir şey eskisi gibi olmayacak mı? Aynı suda iki kere yıkanamıyorsak olmaması lazım. Bu zaman diliminde bu kadar çelişki, sarkacın bir uçtan bir uca salınımı, ikili dengeyi biraz daha iyi anlamama ve kısmen içselleştirmeme yol açtı sanırım. Her şey zıttıyla anlam buldu.   

Bunların dışında iş gereği, hastanede çalışmaya devam ettim. Öyle evde kapanma süreci olmadı. Eve virüsü getirmekten endişe ettim. Hızlıca bilgilenip riskleri yönetmeye çalıştım. Evi zonlara ayırdık, kendi sıcak yani riskli alanımda kaldım. Evdekiler evde kaldıkları için, virüsü taşıyıp getirebilecek tek kişi olarak; aile üyelerinin kullandığı soğuk zondan uzak durdum. Ortak kullanmak zorunda olduğumuz alanlar yani ılık zonda da kısa süreli kalmaya dikkat ettim.

Doktorluk mesleği insanlara bir nevi yeniden yaşama hakkını sunmaktır sizin için mesleğiniz ne anlam ifade ediyor ?

Siz nazik ve cömertçe yorumluyorsunuz doktorluk mesleğini. Teşekkür ederim. Bir gün kahraman, bir gün düşman olarak etiketlenmekten bir gün alkışlanıp, diğer gün şiddete uğramaktan yorgun düştüğümüzü söylemeliyim. Sağlıkla ilgili meslekleri yapanların bir kesimi de böyle düşünüyor gözlemlediğim. Bu mesleği seçerken hesap verme durumunun yüksek olduğu bir iş alanı seçtiğimizi biliyorduk. Bu işin doğasından kaynaklanan bir durum ve sorumluluk almak gündelik hayatta kaçtığımız bir şey değil. Bunda bir sorun yok. Salgın süreci de bunu bir kez daha gösterdi. Hocalarımız, meslektaşlarımız, takım arkadaşlarımız salgında yaşamlarını kaybetmek pahasına görevler aldılar ve bazılarını kaybettik. Diğer meslek gruplarının da en az hekimler kadar hesap verme konusunda rahat ve işbirlikçi olmalarını toplum olarak talep ediyor, takipçisi oluyor ve bekliyor muyuz? Doğrusu bu aksak hesap sorma anlayışını iyileştirmenin herkese iyi geleceğini düşünüyorum.

Bu mesleği seçtiğim ve yıllardır içinde var olduğum sürede, hekimlerle toplum arasındaki kontraktın evrimine de şahit oldum. Burada kontraktı, yazılı ve yazılı olmayan anlaşmalar, kabuller anlamında kullanıyorum. 20. yüzyılın başlarında hekimliğe daha tanrısal roller biçilirdi, hastasının ihtiyaçlarını belirleyen, onun yerine kararlar veren daha ulaşılmaz bir yerdeydi hekimlik. Tanrının şifa eliydi. Şimdi ise herhangi bir tüketim kalemi gibi algılanabiliyor. Hekimin rolünün hastasını sürece kattığı, seçimler yapmasına yardımcı olduğu eşlik, rehberlik ettiği bir role dönüşmesine sözüm yok. Hatta bunu daha sağlıklı buluyorum. İstatistikler, geçen yıl Türkiye’de 700 milyon poliklinik başvurusu, 130 milyon acil servis başvurusu gerçekleştiğini söylüyor. Bu her birey için yaklaşık yıllık, 10 sağlık sistemi başvurusu demek. Bu durum kışkırtılmış sağlık beklentisinin bir sonucu mu? Sistemin uygunsuz kullanımı mı? Ne kadarı koruyucu sağlık, ne kadarı tedavi edici sağlık başvurusu? Acil servisler olarak çözüm aradığımız, kalabalık acil servislere aşinalığımız, sürekli kriz yönetimi modunda olmamız, en zayıf yanımız; pandemiyle başa çıkma konusunda en güçlü yanımıza mı dönüştü?  Yanıtları bilmiyorum ama cesaretle bu soruları sormamız gerektiğine eminim. Hekimlerin tükenmesi, zor ve riskli uzmanlıkların daha az tercih edilmesi, hasta hekim ilişkisinin güven zemininden defansif tıpa kayması kimin işine yarar? Uzun vadeli düşünebilme becerisi, gelişmişlik göstergesi değil midir? Hekimlerle toplum arasındaki kontraktın, aynı gemide olma bilinciyle tekrar ele alınması ve acilen fiyat biçmekle değer vermek arasındaki farkın hatırlanmasına ihtiyaç var diye düşünüyorum.

Kişisel olarak ise meslek, dünyaya hizmet etme biçimim. Kendimi gerçekleştirme hatta bir tür miras bırakma. Sadece hastaların tanı ve tedavi süreçleri dışında tıp eğitimi, hekim, asistan, ambulans teknisyeni yetiştirme konusundaki rolleri de kendi açımdan çok geliştirici ve dönüştürücü buluyorum. Ayrıca hekimin aydın olmasını, ülke- dünya meselelerine kafa yormasını da değerli buluyorum.

Kendi rolümü önemsemeyi ama aynı zamanda abartmamayı da öğrendim. Doktorluk mesleğinin teknik bir yanı var. Hastalık bilgisi, hikaye alma, muayene, tanı tedavi, girişimlerden oluşan kısmı. Daha az önemli olmayan çoğunlukla fark yaratan kısmı ise mesleği nasıl yaptığınız; iletişim, empati, yaşam boyu öğrenme, profesyonellik, sağlık savunucusu, takım oyuncusu olma, değerleri oluşturma ve koruma bileşenleri. Yorumunuzu kattığınız sanatsal yanı diyebilirim.

 Mustafa Kemal Atatürk’ün

“Bir toplum, aynı amaca bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse ilerlemesi ve medenileşmesine bilimsel olarak imkân yoktur.” yaklaşımını aklımda tutuyorum.

Çok teşekkür ederim.

Serpil Yaylacı.

Önceki

Bizi ilkel zamanlardan ayıran en nadir, en yüce güç sanattır.

Sonraki

Sağlık Bakanlığı, Personele Yönelik Virüs Tedbirlerini Artırdı

Öne Çıkanlar